Perşembe, Aralık 30, 2010

Bizzgellldiikk!




Pekiy.

Hasta ziyaretinin uzunu makbulmüş.

Ne güzelmişiz!

Hasta ve mutlu...

Yarın daha da güzelmiş.

Mutlu, mutlu, mutlu.........

Pazar, Aralık 26, 2010

Şatolar da yürürmüş...



Pekiy.

Günüm aydınlandı.
Çok uyuyorum bu ara...
Huzur yorar mı?


"Penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
Vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
Artık çiçek açma zamanıdır taşın,
Yüreğinse tedirginlik zamanı.
Zamanıdır, zamanı gelmenin.

Artık zamanıdır."

Not: Bu güzel raslantı için Wereyda'ya binmilyon şükran.

Cuma, Aralık 17, 2010

Avareysek ne çıkar!?




Pekiy.


"awaara hoon ,ya gardish mein hoon
aasman ka tara hoon
awaara hoon...

ghar baar nahin sansar nahin
mujhse kisi ko pyaar nahin
us paar kisise milne ka iqraar nahin
mujhse kisi ko pyaar nahin
anjaan nagar sunsan dagar ka pyara hoon
awaara hoon...

abaad nahin barbaad sahi
gata hoon khushi ke geet magar
zakhmon se bhara seena hai mera
hansti hai magar yeh mast nazar
duniya maein tere teer ka
ya taqdeer ka maara hoon
awaara hoon..."



"avareyim
gökyüzünde bir yıldızım, evsizim, sevenim yok

birisini sevmek gibi bir niyetim hiç yok
sevdiğim yalnız bir şehir, bilinmeyen bir yoldur
hiç muvaffak olamadım ama mutluluğun şarkısını hep söylerim

kalbim yaralarla dolu ama yüzüm gülümser
dünya, dünya ya keder oklarınla vurdun beni, ya da kaderimle"

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Uslu olun!




Pekiy.

Werther'i anmak lazımdı.
Onun kadar gençken onun sokakları gibi değildi.
Ve onun acıları solda sıfırken, kalıbımı basarım!
Nefes almayı gecelere borçluyuz.


İmza: Bir Dost



"Uslu olun acılarım, sakin olun artık.
Akşam olsun diyordunuz, bakın battı gün:
......"


Cumartesi, Aralık 11, 2010





Pekiy.




"Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi."





Peyote kalabalıktı...
Halbuki "öylesine" girdiğimiz ikinci mekandı.
Halbuki inerken yerini bulamamıştık asansörün.
Halbuki...

"Tesadüf diye bir şey yok."tu.

Perşembe, Aralık 09, 2010

Pesüs en güzel yerinde evin


Pekiy.

Ben susayım.
Öyle çok konuştum ki bu gece.
Sabaha kadar konuşun yerime dedim.
Sustum.

A.

"ben denizin kumları üzerinde durdum
bir heykel tadında olan ve bunu geçen
bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
bir şey olsa gerek
ben bunu duyuyordum.

yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
üstüme aktıkça benim
ben kendimi koruyordum
sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
bir anlam
sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
yapılması akla gelmedik
daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
sonra ben yoruluyordum.
yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
aşılır bir yer sanan o beton duvarları
mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
ben
geri çekiliyordum biraz
güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
neresinden bozulur
bilmiyordum ki
bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
duymuyordum ki
olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
düzlük
ve gerçekten yaptırıyordu da
mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
bembeyaz taneciklerin üstüne
artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
bir bağışlanmamış dünyaydı
artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
gittikçe bizim olmayan bir
dünyaydı
ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
diyemem
çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
ve bazı düşünceler.

şöyle ki:
martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
çığlık çığlığa
bu metalsi görünümler arasından
sonra ben belki de gözlerimi yumdum
her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
ve hayallerimi
yemeye
demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
kimseler tanımayacak beni. deniz hayvanlarının
kurumuş iskeletlerine döneceğim
korktum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi
doğruldum işte yeniden
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
denizin kumları üzerinde durdum.

ben denizin kumları üzerinde durdum
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
değişen bir şey olarak ve değiştiren
bir anlamım var
peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
neden
gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
ve onlar güçlüydüler, biliyorum
ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
onların istediği bir öfke oluyordu ki
sonra ben susuyordum
ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
ben neydim.

ii

hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurdum.

ilkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı
şehirleri
anlatır gibi
bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
ilkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
yıllarca sonra getirirler ki
tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
şimşekler, gökgürültüleri
ve yırtıcı deniz hayvanlarından
ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
bir sabah denizinde sütliman
güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
öyle bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurum.

hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
her zaman bir kedi bulunur, onu ben
bir imza gibi yazılarıma koyarım -
ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
terlerdim
sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
önündeki çiçek artıklarına
bir bira çekme makinesine, ne bileyim
yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
ve yıllarca bir saplantıya
giderek bakmanın tam kendisi olurdum. yani ben
bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
yapayalnız bir ben kurardım
yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
salona girerdi birden, başlama saatini
bir o somutlardı sanki.

(hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
biraz eşyaları vardı
bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
biraz da susuyorlardı. ve ağırca bir konsol
tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
- küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
onların aile resimleri gibiydiler
ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
biri bir banka afişinde veznedar
ben onu buluyordum
biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
ve hastalıklı bir kadın
onu da
buluyordum ki
olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
gündelikçi bir kadın
tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
böylece üç kişiydiler. ben birdenbire buzdolabını gördüm
yaşayan bir şey olarak
diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
ve beyaz
ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
bir seramik gibi onu dondurarak
bir mine gibi
şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
bir tanrı yere düşse parçalanacak
ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
gökler kalıplı ve kalın
duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
ve dolap buzlanıyordu durmadan. öyle ki
önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
odalara giriyordu, sonra veznedarı
heykeli, hasta kadını, giderek
koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
incecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
örümcek
ve ayna hep gösteriyordu. ben solgun
yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
iyiliği artık çağımıza uymayan
bir kadın ki
cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
ellerim arasında
ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
anlamları hiç değişmeyen
mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. anılar
bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
durmuştu ki, şöyleydi:
sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
bir soru, evet, hiç olmazsa
biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
bir insan müzesi gibi...

kedi
çıkardı birden salondan. ve bitiş saatini
bir o somutlardı sanki.)

iii

sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
bir çağda yaşıyordum. ve bütün eksik kalmaların
sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
düşünen bir şey olarak ve düşündüren
ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
ve biraz da pek kullanılmayan
ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
çok ağır bir yük gibi
onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
ve bu durumda ne beni etkileyen
ne de ben etkilendikçe bir başkasını
etkileyen ve bizi geçen
bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi?

yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
bir dram gibi sonsuz
kumları üzerinde sonsuzluğun."

B.
"üzgünüm eskisi gibi diil lunapark
bi yanıp bi sönerken hiç gitmemiş gibi
ışıklar ama
baksana bana gölgeme döndüm halim perişan.
bi yanıp bi söner hiç
gitmemiş gibi ışıklar ama

sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin
üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse.
en güzel
günleriydi onlar ama geri geliceklermiş gibi diil.
bu sefer mutsuzum ama
keyfim yerinde
gel beraber diye diyil.
karanlık, artık hurda bir eşyadır ve
en güzel yerinde durur evin.

sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin
üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse
lunapark üzgünüm
diye diyil.
bu sefer mutsuzum ama keyfim yerinde
gel beraber diye
diyil.
karanlık, artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin. hiç
gitmemiş gibi ışıklar ama"

Çarşamba, Aralık 08, 2010

Opening Titles



Pekiy.

Bunca iz, satır başı...

Bütün o kopanları, aldıklarımı... Hepsini!

Ölçsek. Hangileri büyük?



"look into my eyes
you see trouble......"

Bu acının bir sonu olmalı.

Sildim, gitmedi.

-ellerimi tuttuğun.......-

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Savrulmasak da içsek...



Pekiy.


"Benim için bir sayfa aç!" dedim.

S. aldandı. İşaretli sayfalar yanıltır.

"Önce hep başkalarının izlerini takip edersin. Bu defa değil! Bu benim gerçek sayfam değil" dedim.

Sonra gözlerimi kapadım.

" Tamamen usulüne uygun olarak kitabın bir sayfası açılmış ve işaretsiz sade ve güzel bir sayfaya denk gelinmiştir." dedi, U. .

Bu benimdi, evet.

"İnsan, Turgut’u tanımasa, bir kadın var, derdi. Yuvanın bütünlüğünü bozmadıkça, küçük maceralar bile hoş görülebilirdi. Bunlar, tırnak kırılması gibi, yerinin doldurulması kolay boşluklardır. İnsan acısını duymaz bile. Fakat erkek, gizlemeye başlayınca bir kere, kutsal birliğin tehlikede olduğu kuşkusuna kapılmakta haklıdır kadın. Ayrıca Turgut, öyle zayıf anlar yaşıyordu ki neredeyse konuşacak gibi oluyordu.
Fakat nereden başlamalıydı? Başlamadan yoruluyordu; bir kadın ilişkisini anlatmak, itiraf etmek daha kolaydı. Yok canım, böyle şey anlatılır mıydı? İnsana deli derlerdi sonra. Deli mi? Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric? Neden her istediğimi anlatamıyorum? Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden? Sorular, çengeller gibi, soru işaretleri gibi kafasına takılıyordu. Yalnız seninle mi konuşabileceğim Olric? Olric susuyordu. Olric, dış dünyayla konuşmazdı. Parçalanırdı, erirdi. Birdenbire uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanında, bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu. Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Kendini bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sonu kötü olacak.
Sen Turgut’sun. Turgut Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına. Sen bir saksı çiçeğisin Turgut Özben. Yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak, kimsenin yer değiştirmeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır, bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin, uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni. Bütün bunları ben mi düşünüyorum, diye geçiriyordu içinden, karısına bakarak. Başka şeyler de düşünüyordu. Yoksa rüyasında mı görüyordu? Evet, rüyada görüyordu."

Cumartesi, Aralık 04, 2010

... of the day


Pekiy.

"Günün acısı ne olabilir ki?" dedim. "Bir salata en fazla ne kadar üzebilir?"

"Salatadaki soya filizi sensin.
Bu acı.
Bense 'blues!' " dedi.

Şarkı başladı.
Martı sesleri...

"hello my love
it's getting cold on this island
i'm sad alone
i'm so sad on my own
......."



Perşembe, Aralık 02, 2010

Bazen Raif, bazen Maria...


Pekiy.

Dün Raif...
Bugün Maria olmak varmış.
Ya yarın?

"Biraz sarhoş olmaya başladığını anlamıştım. Karşımdaki iskemleden kalkarak yanıma oturmuş ve kolunu omzuma atmıştı.
Kalbim ökseye tutulmuş bir kuş yüreği gibi hızla çarpıyordu.
O beni mahzun zannediyordu.
Halbuki değildim.
Şimdi, gülemeyecek kadar mesuttum ve saadetimi ciddiye alıyordum.

.......

''Maria'' diye fısıldadım.
"Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor? İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!" "

"i love you more than life" yalanı


Pekiy.

"Benim şarkım bu.
Moz söylesin, sadece o. 'Başka kimse söyleyemez' " dedim.



"Yalandır o, inanma.
'Kimse söyleyemez' " dedi.

Bağcıkları bağlamalıymış, gözüme toz mu kaçmış?

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Bazen var kadar yok.




Pekiy.

"Nasıl da çocuktur insan!
Bir bakış için nedir bu açgözlülük!
Nasıl da çocuktur insan!

......................

Nasıl da bir çocuğum!"

Salı, Kasım 23, 2010

Nilgün'le kalsam?

Pekiy.

Pencerenin arkasında iki yüz... Biri bir adım geride artık.
Büyük insanlar için büyük cümleler yok. Büyük adımlar var.
Ve hayat...
Bunca büyük üzüntüyü taşıyamaz ki!



kağan:
"hayat yine de üzülmeye değer!"
nilgün:
"hayatın neresinden dönülse kardır!"

Cuma, Kasım 19, 2010

"would be everything."



Pekiy.

"Take me somewhere nice" dedim.

Duysun diye değil sırf.
Bugün gitmek her şeyden güzel iken...
Ziyadesiyle hakkını verdiğimiz büyük cümleler...
Wereyda bu işi biliyor.

"Gözün işlevi görmek değil, gözyaşı dökmektir."

Pekiy.
Dinleyelim o vakit!

"what was that for?

try to be bad."

Pazartesi, Kasım 15, 2010

Kasap Bıçağı


Pekiy.

"Dinleme, dinleme, daha dinleme, artık dinleme!" dedim. Ama...

"i wish to weep
but sorrow is
stupid."

Keskinmiş.
Tüm geçmişi ve belki de tüm anıları...
Geri gelmeyecek şekilde, ince ince...


Çarşamba, Kasım 10, 2010

Sindirim sistemi


Pekiy.

"...Ben Yusuf'la kalayım, sen Perec'le kal." dedi.


"yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?"

Haklıydı.

"Hafızası zayıf olan insanlar unutulmaz anlar yaşayamazlar."

Cuma, Ekim 29, 2010

"Biri şu yükü kaldır dedi."




Pekiy.

"Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım

Tek bir heceyi bile unutmuyor, mırıldandığı sözcükleri seviyordu, çünkü çıkardığı seslerin değiştiğini ve her değişimin bir başa dönüş ve her başa dönüşün de bir değişim olduğunu görüyordu.

Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım"

Perşembe, Ekim 28, 2010

Beklemek...



Pekiy.



" 'Benim gibi olmak, ölçüyle acı çekmek gerek.'

Ses söylüyor:


Some of these days
You'll miss me honey

....."

Salı, Ekim 26, 2010

Zaman da kim...miş! ne... imiş?



Pekiy.
Canın yanmaz.
Bilmezdin ki sen! Canın geri dönüşüm kutusu görmüş.
İlk günkü gibi çıkıp çabuk çiziliyor, bildin sen hep. Daha çizilse de dönüşür.
Hep bildin! Çizilmedi.
Şimdi unuttun mu yoksa?
Taşların suya dayanıklıydı ya.
Kabuğu kalınmış, yosunun sadıkmış... ya hani!
Şimdi neden kayıyor zihnin... Ellerinin arasından?
Tanıdık zayıflamış yüzler... Uzaklarda kocaman kabuslar.

Hepsini anlarsın...
da...

Zaman... Bi devenin sırtından,
Ne zaman indi dünyaya?



Perşembe, Ekim 21, 2010

2:33'te Cliquot...


Pekiy.


Bi gün dinlerken ölücem!

....

Ayrıca...
Kanatları var.
Olmalı.

Pazar, Ekim 17, 2010

Miş...miş...



Pekiy.

"Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin."

Bir yerlerde güz varmış yine, geçmiş zamanmış; pazar güneşleri, sıcak ışıklar, uykusuz huzurlu sabahlar varmış... Şeker kokarmış toz toprak.
Gülümsermişim sanki, ciğerlerim kocaman baloncukmuş. Büyük solurmuşum, sanki yarın yok.
Saçlarım tutarmış beni, düşmezden önce, belki biraz sonra...
Daha az çocuk severmişim, bir bebeğin avuçlarını öperken dolmazmış gözlerim.
Korku nedir bilmezmişim...
Ağlarmışım, yerli yersiz. Daha az tuzluymuş da gözyaşlarım, yol yol yakmazmış etimi, şimdiki gibi kanatmaz, incitmezmiş...
Oyuncaklar alırmış, oynarmışım... İçim taşmazmış ki bir insan yavrusunu severken, anne gibi... Ne zaman büyümüşüm?
Kıyısında mıymışım ki el sallıyormuşum? İçim sığmadığında koşar mıymışım?
Değişmeyen "Şeyler" varmış, yine yoluma bakmazmışım. Deli koşarmışım. Yaralarımın üzerine düşer, acıtırmışım...
Büyük izlermiş... Büyük anılarmış.
Hayat zaten varmış, belki bir de yokmuş...
Biraz su yutmacaymış, fazlasıyla yokmuş, azıyla hiçmiş, kaybolmuşmuş...
Oyuncaklarım onunmuş, ısırarak severmiş...
Sonra ben onu ısırırmışım, anne gibi severmişim...
İçim ısınırmış, pazar güneşleri gibi... Şeker kokarmışız.
Yine güz, yine güneş, yine pazarmış...
An'lamazmışım....

Perşembe, Ekim 14, 2010

Karabatak


Pekiy.

Yağmur var, hep yağmur... Güneş'i uyarmalı. dedim.
Yaşam... Güneş altında bir oyun, demiş yazar. Zamanı var, bekle dedi. Rahatsız etme!
Kadrajın solunda gider gibi yaptım durdum, sonra tekrar... Gelsin diye sırf... Sırf Güneş gelsin. Gelse de sırtımı döndüm, gölgede oyun. Karabatak. Suya batıp çıkıyorum, damlalar kocaman.
Sarı var, her yer sarı dedim. Sevmem ama hep, her yer sarı.
Kırmızı içimde. Peki ya yeşil? dedi.
Sustum, benim içimde dedim sonra, duymasın diye sessiz. Kırmızıdan kime ne?!
Keskin, geçişsiz, bu ara renksiz... Sarı sadece uydurmaca, dedi yüzüme bakarak.
Yüzüm kıpırdamadı. Gözlerim bile. Doldu sadece birazcık, görmedi.
Güneş gelecek ve her yer kırmızı dedi.
Kırmızının canı cehenneme! Boğuldum, yağmasın artık.

Çarşamba, Ekim 06, 2010

Denge miymiş, neymiş?

Pekiy.

"Denge asla kurulamaz.
Bunun için susar yıldızlar." dedi şair.
"Açmazlar ağızlarını."

Konuşsalar daha mı iyiydi dedim içimden, hiç susmasalardı ya, ne güzel!
"Asla" korkuttu bizi. Ben korktum. Birleştirdim; minik çubuklar yalan söyledi, "Yıldızlar konuşacak!"

Yerçekimi dedi biri, bırak kendini... Kaçsak da "Denge asla kurulamaz."
Korktum ya, yerle gök bir.
Korktum diye seslendi şair, bırak kendini.

"Neyse ki gözlerimiz geceleri
Yansılar birbirini
Ve geçer tüm baş dönmeleri."

Pazar, Ekim 03, 2010

Words on signs...

Pekiy.

Biraz dinlensinler, pamuk tıka bu ara, dedi.
Bu ara her şey kadar eski... Ağır. İşe yaramaz, dert etme dedim.
Üzülmedi, hüzünlenir gibi oldu, dudağının kenarında belirir gibi oldu... Kayboldu hemen sonra.
Üzülmedim. Pamuk geçirgendi hem. Çok saçmaladın, dedim. Canı yansın diye sırf.
Baktı sadece, uzun uzun baktı. HERKES yapar bunu dedi, saçmalarız ve tıkarız yine de.
Yer yok dedim, sesim biraz yükseldi, HERKES duydu.
KİM gelse farketmez, KİM duyarsa duysun... (Sallandı dünya hemen sonra. Yer kaydı, kalbimin atışı kulağımda!)
Farklarımı geri ver, detayların silik dedim, yoruldum. Ben farların önünde durdum hep. Işıkla dost.
KİMSE farklı değil dedi. Canım yansın diye sırf.
Uzun uzun parmaklarıma baktım.
Konuşmadım sonra.
KİMSE farketmedi. Sallandık... HİÇKİMSE hissetmedi!
Zemin ayağımdan kaydı gitti.
Korktum biraz.

Cumartesi, Ekim 02, 2010

Helyum'dan...


Pekiy.

Huzur dedim.
Duymamazlıktan geldi. Belki de duymadı, tanışmamış... Kim bilir?!
Güldüm, üzerindeki mutluluk yakışmış, kullan arada. Güzel duruyor dedi.
Duymamazlıktan geldim. Alışırsam daha mı iyi?

Pazartesi, Eylül 27, 2010

Söz olmuş... olmamış....

Pekiy.

- Yudumlamayı öğrenmeli. Söz vermiyorum ama.
+ Nefes almayı unutuyorsun, korktum. Boğulursan?
- Boğulamazsam?
+ Unutma, hiç boğulma.
- Güzelmiş... Ve susuyorsun...
+ ..........
- Başaramadık değil mi? Güzel güzel sus şimdi ve iç bitir, nolur!
+ Bak, eğer bir gün... Unutmazsan... O gün dünya daha güzel bi yer olcak.
- Unutmazsam...! Ya unutamazsam? Pişmanlık bu. Kabul. Sus hemen, kendimden ve olacaklardan korktum. Sakın...
+ Yavaşlaman için trafik levhası talep ediyorum, yapsın birileri.
- Hızlansan?
+ .........
- Pekiy.
+ Düzelecek ve mevsim... Griden beyaza...
- Soğuk olacak dünyada bir yerler, üşürüm hem çok üşürüm.
+ Belki kar yağarken dondurma yeriz. İçimiz üşürse belki titremez ellerin...
- Bu... Ne güzel! Karda erimez dondurmam!
+ Hep böyle gül... Olur mu?
-.......
Öğrenmeli.
Söz vermiyorum ama...

Salı, Eylül 21, 2010

İnekler Yorulmasındı


Pekiy.

-Çık dışarı, çık artık korkuyorum! Haftalardır aynı kanepede oturuyorsun."dedi biri ve ardından pişman oldu.

"Şu semizotu ne güzel bitki!" diye geçirdi içinden öteki.
Yine inekli çoraplar vardı ayağında ve yoğurtlu her şey sarımsakla bin kat daha güzeldi.

Pazar, Eylül 19, 2010

Tanışma


Pekiy.

Burayı sevdim.

Işıklı ayakkabılarını hiç çıkartma, yürümeyi unutabilirsin. Gülme. Komik olan nedir? O çılgın ışıklar kırmızıdan maviye geçerken adım attığını yalnızca ben mi görüyorum?

Alkol mü? Olabilir, olmuştur... Öncesi ve sonrası... Hı? Hızlı gittiğimi düşünüyorsan, sus. Bu sadece onunla benim aramda.

Farların önünde durman da çok saçma. Evet, eğlenceli. Yine de kim detaylarının yok olmasını göze alır ki? Deli misin? Bu bir sır. Ben yine de görüyorum, biraz gözümü yoruyor. Birkaç adım at, ölçüsüz olma, detayların güzel, hepsini sevdim.

Komiksin, rüzgarın var, sen deniz kokuyorsun. Ve yüzün karanlık. Minik iki dikey çizgi... Evet gülümsüyorum, çok gülümsüyorum. Bu daha çok yoruyor.

Sen başka bir türsün, bahar rüzgarın var, deri değiştiriyorsun, pullarını seviyorum. Işıklı ayakkabıların var, ve gözlerim detaylarında dolaşırken parmaklarımı gezdirebileceğim iki dikey çizgi...

Ama parmaklarım, hep meşgul. Hep çok meşgul. Üzgünüm. Şimdi sayıyorum. Pekiy, sadece sekizden geriye. Sıfırda başka bir yer seçelim. Ve bir şey daha...

Geri geri yürürken ışıklı ayakkabılarını ödünç alabilir miyim?

Cuma, Eylül 17, 2010

Maria Olsam...


Pekiy.

"-Bak.
-Hayır, bakma! Çirkin bakıyorsun, bu bakış... İçim bulanıyor, bakma! Çevir kafanı." dedim.
Çevirmiyor. İnat etti, inat ettim. Dişlerimi sıkmadan konuştum sonra, kelimeler büyüdü ağzımda, sustum sonra. Çok sustum, burun deliklerime bakmadı bile.
"-Yıldızlara bakalım." dedi.
"-Yeter ki susma!"

Güzel diyarlar var, kediler var hep. Maria Puder gibi yaşar dişileri, ara sıra sigara içip, her içki kadehinde babalarını anan...
Çok yıldız var. Baktım başım dönüyor, bıraktım...



Baba Mektubundan...




Pekiy.

07.06.1988

".... Birtanem, Pınar'ımın televizyona bakıp beni göreceğini kim söyledi? Yavruma öyle aldatmacalar yapmasınlar, tatlı kızım sonra üzülür."

Ondan mı sevmiyorum o zımbırtıyı? Düşündüm, bulamadım...

Perşembe, Eylül 16, 2010

Dead And Lovely


Pekiy.

Dedim. Gülebilirim istersem, parmaklarım yerinde kalsın. Bazen çok meşgul oluyorlar. "İyi, geçiyor günler, renkler." dedim. "Yarın yok sonrası da! Ve başka bir yer yok." dedim, susturmadan az önce.

"Kan olmasın, beceremezsin." dedi. "Tansiyon oynamaya müsait, hem kendi yarana bile bakmaktan acizsin." Yüzüme vurmasa, iyiydi. "Dur uçabiliyordun değil mi? Hay aksi! Boşver, daha kaç yıl kaldı sanıyorsun ki? Biraz daha bekleyebilirsin. Vaktin var... Vardır... Değil mi?"

Parmaklarımı geçmesin, kafam karışıyor. İkisini dudaklarıma götürürsem sekize kadar sabredebilirim. O da güzel hatırı için.

Gittiğimiz yerde tüm barlarda Joy Division çalsın.
"Dead and lovely" alarmımız olsun, uyumadan uyanalım. Mucizeler olmasın ama, ona hiç inanmamıştım zaten.

Hop hemşerim, nereye?

Pekiy.

"Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. "

Neden ödeyelim ki?

"Aştığım birkaç yol var mı ölçebileceğim? Eğer bir gün kendime gerçekten hedefler tespit etmişsem, tespit ettiğim bu hedeflerden birkaçını gerçekleştirdim mi? Bir zamanlar ne olmak istediysem şimdi oyum diyebilir miyim bugün?"

Ters bir "bugün". Pas.

"İçinde yaşadığım dünyanın benim hayallerime cevap verip vermediğini sormuyorum kendime, çünkü bir defa hayır diye cevap verirsem, fazla yol almamışım hissine kapılacağım. Ama sürdürdüğüm hayat istediğimle, beklentilerimle örtüşüyor mu?"

Pas. Pas. Pas. Kısa ve basit hayallerimiz var Sayın Perec, yaşasaydınız sizi görmek bahanesiyle kanguru sevmeye gelirdim.

"Ölmeden Önce Her Şeye Rağmen Yapmam Gereken Şeylerden Birkaçı:"

Bir ağaç dikmek.
( Ve onun büyümesini seyretmek.)

Nokta.

Çarşamba, Eylül 15, 2010

Yemiş desen değil...



Pekiy.
Kabuğum var. Düşerken kollarımı ve bacaklarımı içeri sokabiliyorum. Meraktan arınırsam kafamı sokmayı da bi gün başarıcam.