Perşembe, Aralık 30, 2010

Bizzgellldiikk!




Pekiy.

Hasta ziyaretinin uzunu makbulmüş.

Ne güzelmişiz!

Hasta ve mutlu...

Yarın daha da güzelmiş.

Mutlu, mutlu, mutlu.........

Pazar, Aralık 26, 2010

Şatolar da yürürmüş...



Pekiy.

Günüm aydınlandı.
Çok uyuyorum bu ara...
Huzur yorar mı?


"Penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
Vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
Artık çiçek açma zamanıdır taşın,
Yüreğinse tedirginlik zamanı.
Zamanıdır, zamanı gelmenin.

Artık zamanıdır."

Not: Bu güzel raslantı için Wereyda'ya binmilyon şükran.

Cuma, Aralık 17, 2010

Avareysek ne çıkar!?




Pekiy.


"awaara hoon ,ya gardish mein hoon
aasman ka tara hoon
awaara hoon...

ghar baar nahin sansar nahin
mujhse kisi ko pyaar nahin
us paar kisise milne ka iqraar nahin
mujhse kisi ko pyaar nahin
anjaan nagar sunsan dagar ka pyara hoon
awaara hoon...

abaad nahin barbaad sahi
gata hoon khushi ke geet magar
zakhmon se bhara seena hai mera
hansti hai magar yeh mast nazar
duniya maein tere teer ka
ya taqdeer ka maara hoon
awaara hoon..."



"avareyim
gökyüzünde bir yıldızım, evsizim, sevenim yok

birisini sevmek gibi bir niyetim hiç yok
sevdiğim yalnız bir şehir, bilinmeyen bir yoldur
hiç muvaffak olamadım ama mutluluğun şarkısını hep söylerim

kalbim yaralarla dolu ama yüzüm gülümser
dünya, dünya ya keder oklarınla vurdun beni, ya da kaderimle"

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Uslu olun!




Pekiy.

Werther'i anmak lazımdı.
Onun kadar gençken onun sokakları gibi değildi.
Ve onun acıları solda sıfırken, kalıbımı basarım!
Nefes almayı gecelere borçluyuz.


İmza: Bir Dost



"Uslu olun acılarım, sakin olun artık.
Akşam olsun diyordunuz, bakın battı gün:
......"


Cumartesi, Aralık 11, 2010





Pekiy.




"Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi."





Peyote kalabalıktı...
Halbuki "öylesine" girdiğimiz ikinci mekandı.
Halbuki inerken yerini bulamamıştık asansörün.
Halbuki...

"Tesadüf diye bir şey yok."tu.

Perşembe, Aralık 09, 2010

Pesüs en güzel yerinde evin


Pekiy.

Ben susayım.
Öyle çok konuştum ki bu gece.
Sabaha kadar konuşun yerime dedim.
Sustum.

A.

"ben denizin kumları üzerinde durdum
bir heykel tadında olan ve bunu geçen
bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
bir şey olsa gerek
ben bunu duyuyordum.

yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
üstüme aktıkça benim
ben kendimi koruyordum
sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
bir anlam
sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
yapılması akla gelmedik
daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
sonra ben yoruluyordum.
yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
aşılır bir yer sanan o beton duvarları
mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
ben
geri çekiliyordum biraz
güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
neresinden bozulur
bilmiyordum ki
bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
duymuyordum ki
olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
düzlük
ve gerçekten yaptırıyordu da
mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
bembeyaz taneciklerin üstüne
artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
bir bağışlanmamış dünyaydı
artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
gittikçe bizim olmayan bir
dünyaydı
ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
diyemem
çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
ve bazı düşünceler.

şöyle ki:
martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
çığlık çığlığa
bu metalsi görünümler arasından
sonra ben belki de gözlerimi yumdum
her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
ve hayallerimi
yemeye
demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
kimseler tanımayacak beni. deniz hayvanlarının
kurumuş iskeletlerine döneceğim
korktum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi
doğruldum işte yeniden
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
denizin kumları üzerinde durdum.

ben denizin kumları üzerinde durdum
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
değişen bir şey olarak ve değiştiren
bir anlamım var
peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
neden
gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
ve onlar güçlüydüler, biliyorum
ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
onların istediği bir öfke oluyordu ki
sonra ben susuyordum
ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
ben neydim.

ii

hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurdum.

ilkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı
şehirleri
anlatır gibi
bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
ilkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
yıllarca sonra getirirler ki
tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
şimşekler, gökgürültüleri
ve yırtıcı deniz hayvanlarından
ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
bir sabah denizinde sütliman
güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
öyle bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurum.

hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
her zaman bir kedi bulunur, onu ben
bir imza gibi yazılarıma koyarım -
ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
terlerdim
sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
önündeki çiçek artıklarına
bir bira çekme makinesine, ne bileyim
yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
ve yıllarca bir saplantıya
giderek bakmanın tam kendisi olurdum. yani ben
bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
yapayalnız bir ben kurardım
yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
salona girerdi birden, başlama saatini
bir o somutlardı sanki.

(hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
biraz eşyaları vardı
bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
biraz da susuyorlardı. ve ağırca bir konsol
tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
- küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
onların aile resimleri gibiydiler
ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
biri bir banka afişinde veznedar
ben onu buluyordum
biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
ve hastalıklı bir kadın
onu da
buluyordum ki
olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
gündelikçi bir kadın
tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
böylece üç kişiydiler. ben birdenbire buzdolabını gördüm
yaşayan bir şey olarak
diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
ve beyaz
ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
bir seramik gibi onu dondurarak
bir mine gibi
şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
bir tanrı yere düşse parçalanacak
ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
gökler kalıplı ve kalın
duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
ve dolap buzlanıyordu durmadan. öyle ki
önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
odalara giriyordu, sonra veznedarı
heykeli, hasta kadını, giderek
koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
incecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
örümcek
ve ayna hep gösteriyordu. ben solgun
yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
iyiliği artık çağımıza uymayan
bir kadın ki
cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
ellerim arasında
ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
anlamları hiç değişmeyen
mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. anılar
bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
durmuştu ki, şöyleydi:
sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
bir soru, evet, hiç olmazsa
biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
bir insan müzesi gibi...

kedi
çıkardı birden salondan. ve bitiş saatini
bir o somutlardı sanki.)

iii

sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
bir çağda yaşıyordum. ve bütün eksik kalmaların
sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
düşünen bir şey olarak ve düşündüren
ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
ve biraz da pek kullanılmayan
ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
çok ağır bir yük gibi
onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
ve bu durumda ne beni etkileyen
ne de ben etkilendikçe bir başkasını
etkileyen ve bizi geçen
bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi?

yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
bir dram gibi sonsuz
kumları üzerinde sonsuzluğun."

B.
"üzgünüm eskisi gibi diil lunapark
bi yanıp bi sönerken hiç gitmemiş gibi
ışıklar ama
baksana bana gölgeme döndüm halim perişan.
bi yanıp bi söner hiç
gitmemiş gibi ışıklar ama

sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin
üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse.
en güzel
günleriydi onlar ama geri geliceklermiş gibi diil.
bu sefer mutsuzum ama
keyfim yerinde
gel beraber diye diyil.
karanlık, artık hurda bir eşyadır ve
en güzel yerinde durur evin.

sen nehirleri yataklarında ayırırdın da örterdin
üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse
lunapark üzgünüm
diye diyil.
bu sefer mutsuzum ama keyfim yerinde
gel beraber diye
diyil.
karanlık, artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin. hiç
gitmemiş gibi ışıklar ama"

Çarşamba, Aralık 08, 2010

Opening Titles



Pekiy.

Bunca iz, satır başı...

Bütün o kopanları, aldıklarımı... Hepsini!

Ölçsek. Hangileri büyük?



"look into my eyes
you see trouble......"

Bu acının bir sonu olmalı.

Sildim, gitmedi.

-ellerimi tuttuğun.......-

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Savrulmasak da içsek...



Pekiy.


"Benim için bir sayfa aç!" dedim.

S. aldandı. İşaretli sayfalar yanıltır.

"Önce hep başkalarının izlerini takip edersin. Bu defa değil! Bu benim gerçek sayfam değil" dedim.

Sonra gözlerimi kapadım.

" Tamamen usulüne uygun olarak kitabın bir sayfası açılmış ve işaretsiz sade ve güzel bir sayfaya denk gelinmiştir." dedi, U. .

Bu benimdi, evet.

"İnsan, Turgut’u tanımasa, bir kadın var, derdi. Yuvanın bütünlüğünü bozmadıkça, küçük maceralar bile hoş görülebilirdi. Bunlar, tırnak kırılması gibi, yerinin doldurulması kolay boşluklardır. İnsan acısını duymaz bile. Fakat erkek, gizlemeye başlayınca bir kere, kutsal birliğin tehlikede olduğu kuşkusuna kapılmakta haklıdır kadın. Ayrıca Turgut, öyle zayıf anlar yaşıyordu ki neredeyse konuşacak gibi oluyordu.
Fakat nereden başlamalıydı? Başlamadan yoruluyordu; bir kadın ilişkisini anlatmak, itiraf etmek daha kolaydı. Yok canım, böyle şey anlatılır mıydı? İnsana deli derlerdi sonra. Deli mi? Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric? Neden her istediğimi anlatamıyorum? Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden? Sorular, çengeller gibi, soru işaretleri gibi kafasına takılıyordu. Yalnız seninle mi konuşabileceğim Olric? Olric susuyordu. Olric, dış dünyayla konuşmazdı. Parçalanırdı, erirdi. Birdenbire uykudan, rüyadan çıkıp, kendini bir kadının yanında, bir yatakta buluyordu gece yarısı. Kendine gelemiyordu. Buraya nasıl geldim Olric? Yüz yıl uyuyan adam gibi yabancı gözlerle süzüyordu çevresini. Zamanı bulamıyordu. Kendini bulamıyordu. Uykunun rahatlığından şuursuzca fırlatılmış garip bir yaratıktı. Sus, diyordu, kendi kendine. Sus, kimse duymasın. Sonu kötü olacak.
Sen Turgut’sun. Turgut Özben. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ellerini sıkıyordu acıtırcasına. Sen bir saksı çiçeğisin Turgut Özben. Yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak, kimsenin yer değiştirmeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır, bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin, uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni. Bütün bunları ben mi düşünüyorum, diye geçiriyordu içinden, karısına bakarak. Başka şeyler de düşünüyordu. Yoksa rüyasında mı görüyordu? Evet, rüyada görüyordu."

Cumartesi, Aralık 04, 2010

... of the day


Pekiy.

"Günün acısı ne olabilir ki?" dedim. "Bir salata en fazla ne kadar üzebilir?"

"Salatadaki soya filizi sensin.
Bu acı.
Bense 'blues!' " dedi.

Şarkı başladı.
Martı sesleri...

"hello my love
it's getting cold on this island
i'm sad alone
i'm so sad on my own
......."



Perşembe, Aralık 02, 2010

Bazen Raif, bazen Maria...


Pekiy.

Dün Raif...
Bugün Maria olmak varmış.
Ya yarın?

"Biraz sarhoş olmaya başladığını anlamıştım. Karşımdaki iskemleden kalkarak yanıma oturmuş ve kolunu omzuma atmıştı.
Kalbim ökseye tutulmuş bir kuş yüreği gibi hızla çarpıyordu.
O beni mahzun zannediyordu.
Halbuki değildim.
Şimdi, gülemeyecek kadar mesuttum ve saadetimi ciddiye alıyordum.

.......

''Maria'' diye fısıldadım.
"Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor? İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!" "

"i love you more than life" yalanı


Pekiy.

"Benim şarkım bu.
Moz söylesin, sadece o. 'Başka kimse söyleyemez' " dedim.



"Yalandır o, inanma.
'Kimse söyleyemez' " dedi.

Bağcıkları bağlamalıymış, gözüme toz mu kaçmış?